belki henüz doğmadın
belki ben doğururum
ölüm dedikleri şeyi yaşarım belki
bitmeden başlar sonra,
masal gibi...
21 aralık'ta gece gibi
yanılmak gibi
aşk gibi bir şeysin
kafiyesiz bir şiir
suretsiz, sürekli...
dikensiz kirpi (H.B)
28 Nisan 2012 Cumartesi
16 Mart 2012 Cuma
RUMİ ve BEN
Sana bir güneş gönderildi, bana aysız geceler
Eğer biri derse; 'O güneşle sınandı sen karanlıkla'
'Bu Adil Değil' derim
Üstüne, sende söz bitmez bende köz
Hangimiz yandı?
dikensiz kirpi (H.B)
12 Şubat 2012 Pazar
AĞAÇ
400 ü aşalı epey olmuştu. Kaç mevsim geçtiğini soran olsa cevabı söylerdi elbette, fakat uzun zaman önce, saymaktan vaz geçmişti. Mevsimler gelir ve geçerdi, o kadar. Heybet derler ya hani, heybetin kelime anlamını onu görenler daha iyi anladılar. Zaten bir kez görebildi onlarda, bir daha gittiklerinde, bıraktıkları yerde yoktu. Oysa bir ağaçtı o, bir Meşe ağacı...
30 metreden daha uzundu. Yukarıdaki dallarını az daha uzatsa, dokunabilirdi; gündüz güneşe, gece en az ışıyan yıldıza. Tenezzül bile etmedi hiç. O'nun derdi toprağın en alt tabakalarına erişebilmekti. Köklerini salıyordu her gün daha fazla telaşla, daha fazla hırsla, daha uzağa. Yeryüzündeki zamanının daraldığını anladığı ilk andan beri, tek gayesi; toprağa daha sıkı sarılmak olmuştu. Ölüm kaygısı değildi onunkisi, son ana dek, dik tutabilmek gövdesini ve hiç bir dalı kırılmadan, bütünlüğünü kaybetmeden, bir anda kurumaktı; ayakta...
Bir bahar sabahı, güneş yüzünü göstermeden evvel, kızıla boyarken doğu dağlarının tepesindeki göğü, iki tahtalı güvercini süzülerek gelip, Meşe'nin dallarından birine kondular. Kendi aralarında konuşuyorlardı, Meşe kulak kabarttı, sessizce dinledi. 'Elimizi çabuk tutmalıyız' dedi dişi olanı, ' Zamanı geldi'. Erkek onaylar gibi salladı başını, hiç vakit kaybetmeyip havalandı tekrar. Bir tur Meşe'nin etrafında bir kaç küçük tur da dallarının arasında atıp, yuva yapmaya en müsait yeri seçti bir çırpıda. Çok sürmedi sonra gidip dönüşü, gagasında çamurumsu toprak, ayaklarında birer tutam kuru ot, yaprak demetiyle. Elini çabuk tuttu ve daha önceden belirlediği dalda başladı inşaata.
Günler günleri takip ederken, bu tür güvercinlerde pek fazla görülmüş şey değil, dişi kuş da
kocasına yardım ediyordu; yuvanın inşaatında. Meşe onları sevgiyle izliyordu. Kuşlar malzeme
için uçtuklarında, merakla onları bekliyor, döndükleri zaman içinden, kocaman bir 'Oh' çekiyordu. Gün boyu sabırla çalışmalarını, akşamları aynı dalda koyun koyuna saatlerce sohbet edip, usulca uyumalarını izliyor, gece; sessizliğiyle indiği zaman ormana, minik yüreklerinin sesini tüm gövdesinde hissediyordu. Gittikçe daha çok seviyor, farkında olmadan sahipleniyordu bu iki misafirini.
Uzun sürdü inşaat, nihayet bir akşam üstü, tam da dişinin arzu ettiği sağlamlıkta tamamlanmıştı. 'Yuva diye ben buna derim' dedi kurum kurum kurumlanarak, eşi gülümseyerek karısına baktı, 'Yuva diye ben de buna derim'. Gülüşmeler yükseldi, cıvıl cıvıl sardı ağacın tüm dallarını. Meşe, kuşlar için belki yüzlerce yaprağından vaz geçti o an, hiç düşünmeden rüzgara bıraktı. Görülmeye değerdi doğrusu; havada uçuşan meşe yaprakları, yaprakların arasında ötüşerek süzülen mutluluk sarhoşu iki kuş. Kutlama gecenin geç saatlerine kadar sürdü. İki küçük dostu ilk kez yuvalarında uyurken, Meşe; köklerinin, toprağın daha derinlerine ulaştığını hissediyor, palamutlarından, dallarından, köklerinden, hatta yapraklarının uçlarından bile neşe fışkırıyordu.
İki taneydi yumurta. Dişi çoktan kuluçkaya yatmıştı o sabah. Bahar da, anne adayı gibi, mutlu haberlere gebe, berrak ve ılık yüzünü tüm doğaya, keyifle gösteriyordu. Baba olacağı anı iple çeken erkek, kısa uçuşlarla yiyecek getiriyor, dişiyi elinden geldiğince yalnız bırakmamaya gayret ediyordu. Bazen de Meşe'nin etrafında, gururla yüklü kanatlarını, keyfi uçuşlar için çırpıyordu. Tam 17 gün geçti, göz açıp kapayana kadar. İki minik yavru, her sabah doğan güneş gibi, kabuklarını kırıp hayata; 'Merhaba' dediler bir sabah. Kocaman bir aileye dönen küçücük yuvanın, dalları arasında oluşundan aldığı haz, canına can katıyordu. Meşe'nin kökleri duraksamadan, santim santim
ilerliyordu.
Hem anne hem baba, yavruları, kursaklarında öğüttükleri yiyeceklerle besliyor, bu; iki yavrunun hızla büyümesine vesile oluyordu. Haftalar sonra yavrular, küçük küçük uçma girişimlerine başlamışlardı bile. Ağacı, yeni yapraklar, günden güne kanat sesleri, cıvıltılar sarıyordu.
Bahar yaza dönerken bir sabah, huzursuzlukla uyandı ağaç. Ormanın diğer tarafından gelen bazı sesler Meşe'nin gövdesine korku saldı. Oduncu ve avcıların kullandıkları aletlerin sesini çok uzaktan bile tanırdı o. 'Keşke oduncular olsaydı' diye geçirdi içinden, tüfekler patlıyor, Meşe'nin
tüm yaprakları titriyordu. Gittikçe yaklaşan seslerden kuşlar da ürkmeye başlamışlar, yavrularını kanatlarının altına alıp yuvalarına sinmişlerdi. Ağaç artık, yaklaşan, kalabalık avcı grubunu görebiliyor, ayak seslerini bile duyabiliyordu. Bir ağacın kalbi kökleri midir bilinmez ama Meşe'nin kökleri sızlıyordu.
O gün, uzun ömründe yaşamak istemediği tek gündü belki de. Etrafında, ellerinde tüfekler, irili ufaklı avcılar dolanırken, dallarıyla gizlemeye çalıştı yuvayı. Saçmalar uçuşuyor, insanlar kendi aralarında yüksek seslerle konuşuyor, tüfekler patlıyordu. 'Tam isabet' diyordu biri, diğeri; ' O da bir şey mi? tek atışta iki tane vurdum az önce görmedin mi?'. Bir başkası kendi kendine söyleniyordu; ' Kaçtı Allah'ın cezası'. İnsanların gözlerindeki nefreti ve zevki gördü Meşe, öldürmekten kim zevk alır ki? Olsa olsa köksüz ruhlardı onlar...
Dünün, dirlik içindeki meşe ormanı, mahşer yeriydi şimdi. Meşe, korku içinde bilinçsizce sağa sola uçuşan, vurulup toprağa düşen başka kuşlar görüyor, dehşete kapılıyordu. Havada süzülen onlarca tüy. Tüylerin, çok değil, daha bir kaç dakika önce ait olduğu bedenler; bir anda, gürültülü, taş gibi yığılırken yere, tüyler; süzülüyor, süzülüyor, neden sonra 'Çıt' çıkarmadan, yumuşacık iniyordu toprağa.
Avcı grubundan küçük bir çocuk, o hengamede nasıl olduysa, yuvayı farketti. 'Baba baba' diye haykırdı, 'tahtalılar' elleriyle yuvayı işaret ediyordu. ' Hadi baba, iki taneler, hakla şunları'. Avcı elinde tüfeği, ağacın üzerinde gezdirirken gözlerini, ağaç, artık bir şey yapması gerektiğini biliyordu. Yoksa... Yoksa dan sonrasını düşünmedi. Meşe'nin karar alması sadece bir kaç saniye sürdü.
Önce, en sağlam dallarını siper etti yuvaya. Ardından, yüz yıllar boyunca, toprağın daha derinlerine uzattığı köklerini, geri çekmeye başladı. Bunun bir tarifi yok, tüm gövdesiyle, dalları ve yapraklarıyla geriliyor, harcadığı gücü, çektiği acıyı kendinden başka, sadece güvercinler hissedebiliyordu. Toprak çatlamaya başladı, yer sarsılıyordu şimdi. Avcı ne olduğunu anlayamıyor, karşısında sağa sola yaylanan ağaca, panik halinde, rast gele ateş ediyordu. Meşe'nin yaprakları havalarda uçuşuyordu. Daha da gerildi ağaç, daha fazla topladı gücünü, saçmalardan kırılan dallarını, gövdesinden sıyrılan kabuklarını hissetmiyordu bile. Çektikçe çekti köklerini. Tüm bu olanlar sadece bir dakika kadar sürdü.
Görülmeye değerdi doğrusu, biri anlatsa kimse inanmaz 'Masal' der. Çok şiddetli bir deprem gibiydi. Ellerinde tüfek olan insanların, ayakları altındaki toprak, beşik gibi sallanıyordu. Donup kalmışlardı, şimdi korku, onların yüreklerindeydi. Avcı baba, elindeki tüfeği fırlatıp, küçük oğlunu kollarının arasına alıp yere çöktü. Toprak ikiye, üçe, beşe ayrılıyordu. Ağaç tüm kökünü yukarı çekti. Toprağın üzerinde, yüzlerce metre uzunluktaki salkım salkım köküyle, devasa bir ağaç duruyordu şimdi. İstese o küçük insanları oracıkta kuşlar gibi havalara savurabilirdi, istemedi. Tek gayesi uzaklaşmaktı şimdi, minik dostlarını buradan çok uzaklara taşımak.
Yürüdü Meşe. Köklerinin üzerinde, hiç durmadan, insan elinin erişemeyeceği, güvenli yerlere doğru yürüdü. O günden sonra güvercinler, mevsimleri sayamadılar, hep bahardı çünkü, hep bahar...
30 metreden daha uzundu. Yukarıdaki dallarını az daha uzatsa, dokunabilirdi; gündüz güneşe, gece en az ışıyan yıldıza. Tenezzül bile etmedi hiç. O'nun derdi toprağın en alt tabakalarına erişebilmekti. Köklerini salıyordu her gün daha fazla telaşla, daha fazla hırsla, daha uzağa. Yeryüzündeki zamanının daraldığını anladığı ilk andan beri, tek gayesi; toprağa daha sıkı sarılmak olmuştu. Ölüm kaygısı değildi onunkisi, son ana dek, dik tutabilmek gövdesini ve hiç bir dalı kırılmadan, bütünlüğünü kaybetmeden, bir anda kurumaktı; ayakta...
Bir bahar sabahı, güneş yüzünü göstermeden evvel, kızıla boyarken doğu dağlarının tepesindeki göğü, iki tahtalı güvercini süzülerek gelip, Meşe'nin dallarından birine kondular. Kendi aralarında konuşuyorlardı, Meşe kulak kabarttı, sessizce dinledi. 'Elimizi çabuk tutmalıyız' dedi dişi olanı, ' Zamanı geldi'. Erkek onaylar gibi salladı başını, hiç vakit kaybetmeyip havalandı tekrar. Bir tur Meşe'nin etrafında bir kaç küçük tur da dallarının arasında atıp, yuva yapmaya en müsait yeri seçti bir çırpıda. Çok sürmedi sonra gidip dönüşü, gagasında çamurumsu toprak, ayaklarında birer tutam kuru ot, yaprak demetiyle. Elini çabuk tuttu ve daha önceden belirlediği dalda başladı inşaata.
Günler günleri takip ederken, bu tür güvercinlerde pek fazla görülmüş şey değil, dişi kuş da
kocasına yardım ediyordu; yuvanın inşaatında. Meşe onları sevgiyle izliyordu. Kuşlar malzeme
için uçtuklarında, merakla onları bekliyor, döndükleri zaman içinden, kocaman bir 'Oh' çekiyordu. Gün boyu sabırla çalışmalarını, akşamları aynı dalda koyun koyuna saatlerce sohbet edip, usulca uyumalarını izliyor, gece; sessizliğiyle indiği zaman ormana, minik yüreklerinin sesini tüm gövdesinde hissediyordu. Gittikçe daha çok seviyor, farkında olmadan sahipleniyordu bu iki misafirini.
Uzun sürdü inşaat, nihayet bir akşam üstü, tam da dişinin arzu ettiği sağlamlıkta tamamlanmıştı. 'Yuva diye ben buna derim' dedi kurum kurum kurumlanarak, eşi gülümseyerek karısına baktı, 'Yuva diye ben de buna derim'. Gülüşmeler yükseldi, cıvıl cıvıl sardı ağacın tüm dallarını. Meşe, kuşlar için belki yüzlerce yaprağından vaz geçti o an, hiç düşünmeden rüzgara bıraktı. Görülmeye değerdi doğrusu; havada uçuşan meşe yaprakları, yaprakların arasında ötüşerek süzülen mutluluk sarhoşu iki kuş. Kutlama gecenin geç saatlerine kadar sürdü. İki küçük dostu ilk kez yuvalarında uyurken, Meşe; köklerinin, toprağın daha derinlerine ulaştığını hissediyor, palamutlarından, dallarından, köklerinden, hatta yapraklarının uçlarından bile neşe fışkırıyordu.
İki taneydi yumurta. Dişi çoktan kuluçkaya yatmıştı o sabah. Bahar da, anne adayı gibi, mutlu haberlere gebe, berrak ve ılık yüzünü tüm doğaya, keyifle gösteriyordu. Baba olacağı anı iple çeken erkek, kısa uçuşlarla yiyecek getiriyor, dişiyi elinden geldiğince yalnız bırakmamaya gayret ediyordu. Bazen de Meşe'nin etrafında, gururla yüklü kanatlarını, keyfi uçuşlar için çırpıyordu. Tam 17 gün geçti, göz açıp kapayana kadar. İki minik yavru, her sabah doğan güneş gibi, kabuklarını kırıp hayata; 'Merhaba' dediler bir sabah. Kocaman bir aileye dönen küçücük yuvanın, dalları arasında oluşundan aldığı haz, canına can katıyordu. Meşe'nin kökleri duraksamadan, santim santim
ilerliyordu.
Hem anne hem baba, yavruları, kursaklarında öğüttükleri yiyeceklerle besliyor, bu; iki yavrunun hızla büyümesine vesile oluyordu. Haftalar sonra yavrular, küçük küçük uçma girişimlerine başlamışlardı bile. Ağacı, yeni yapraklar, günden güne kanat sesleri, cıvıltılar sarıyordu.
Bahar yaza dönerken bir sabah, huzursuzlukla uyandı ağaç. Ormanın diğer tarafından gelen bazı sesler Meşe'nin gövdesine korku saldı. Oduncu ve avcıların kullandıkları aletlerin sesini çok uzaktan bile tanırdı o. 'Keşke oduncular olsaydı' diye geçirdi içinden, tüfekler patlıyor, Meşe'nin
tüm yaprakları titriyordu. Gittikçe yaklaşan seslerden kuşlar da ürkmeye başlamışlar, yavrularını kanatlarının altına alıp yuvalarına sinmişlerdi. Ağaç artık, yaklaşan, kalabalık avcı grubunu görebiliyor, ayak seslerini bile duyabiliyordu. Bir ağacın kalbi kökleri midir bilinmez ama Meşe'nin kökleri sızlıyordu.
O gün, uzun ömründe yaşamak istemediği tek gündü belki de. Etrafında, ellerinde tüfekler, irili ufaklı avcılar dolanırken, dallarıyla gizlemeye çalıştı yuvayı. Saçmalar uçuşuyor, insanlar kendi aralarında yüksek seslerle konuşuyor, tüfekler patlıyordu. 'Tam isabet' diyordu biri, diğeri; ' O da bir şey mi? tek atışta iki tane vurdum az önce görmedin mi?'. Bir başkası kendi kendine söyleniyordu; ' Kaçtı Allah'ın cezası'. İnsanların gözlerindeki nefreti ve zevki gördü Meşe, öldürmekten kim zevk alır ki? Olsa olsa köksüz ruhlardı onlar...
Dünün, dirlik içindeki meşe ormanı, mahşer yeriydi şimdi. Meşe, korku içinde bilinçsizce sağa sola uçuşan, vurulup toprağa düşen başka kuşlar görüyor, dehşete kapılıyordu. Havada süzülen onlarca tüy. Tüylerin, çok değil, daha bir kaç dakika önce ait olduğu bedenler; bir anda, gürültülü, taş gibi yığılırken yere, tüyler; süzülüyor, süzülüyor, neden sonra 'Çıt' çıkarmadan, yumuşacık iniyordu toprağa.
Avcı grubundan küçük bir çocuk, o hengamede nasıl olduysa, yuvayı farketti. 'Baba baba' diye haykırdı, 'tahtalılar' elleriyle yuvayı işaret ediyordu. ' Hadi baba, iki taneler, hakla şunları'. Avcı elinde tüfeği, ağacın üzerinde gezdirirken gözlerini, ağaç, artık bir şey yapması gerektiğini biliyordu. Yoksa... Yoksa dan sonrasını düşünmedi. Meşe'nin karar alması sadece bir kaç saniye sürdü.
Önce, en sağlam dallarını siper etti yuvaya. Ardından, yüz yıllar boyunca, toprağın daha derinlerine uzattığı köklerini, geri çekmeye başladı. Bunun bir tarifi yok, tüm gövdesiyle, dalları ve yapraklarıyla geriliyor, harcadığı gücü, çektiği acıyı kendinden başka, sadece güvercinler hissedebiliyordu. Toprak çatlamaya başladı, yer sarsılıyordu şimdi. Avcı ne olduğunu anlayamıyor, karşısında sağa sola yaylanan ağaca, panik halinde, rast gele ateş ediyordu. Meşe'nin yaprakları havalarda uçuşuyordu. Daha da gerildi ağaç, daha fazla topladı gücünü, saçmalardan kırılan dallarını, gövdesinden sıyrılan kabuklarını hissetmiyordu bile. Çektikçe çekti köklerini. Tüm bu olanlar sadece bir dakika kadar sürdü.
Görülmeye değerdi doğrusu, biri anlatsa kimse inanmaz 'Masal' der. Çok şiddetli bir deprem gibiydi. Ellerinde tüfek olan insanların, ayakları altındaki toprak, beşik gibi sallanıyordu. Donup kalmışlardı, şimdi korku, onların yüreklerindeydi. Avcı baba, elindeki tüfeği fırlatıp, küçük oğlunu kollarının arasına alıp yere çöktü. Toprak ikiye, üçe, beşe ayrılıyordu. Ağaç tüm kökünü yukarı çekti. Toprağın üzerinde, yüzlerce metre uzunluktaki salkım salkım köküyle, devasa bir ağaç duruyordu şimdi. İstese o küçük insanları oracıkta kuşlar gibi havalara savurabilirdi, istemedi. Tek gayesi uzaklaşmaktı şimdi, minik dostlarını buradan çok uzaklara taşımak.
Yürüdü Meşe. Köklerinin üzerinde, hiç durmadan, insan elinin erişemeyeceği, güvenli yerlere doğru yürüdü. O günden sonra güvercinler, mevsimleri sayamadılar, hep bahardı çünkü, hep bahar...
27 Ocak 2012 Cuma
0 (sıfır) bölüm-1
Rengarenk karmakarışık bir desen; yıldızlar, füzeler, gök cisimleri, daha neler? Ufolarla kaplı
iğrenç bir yorgan; hiç tarzı değildi. Açtığı ilk anda yorgana takıldı gözleri, tavana değil...
Midesi bulanıyordu biraz, fakat o, elini alnına götürüp, iyice yokladı. İnmişti şiş, hafiften
hissettirdi kendini ağrı, var gibi yok gibi. 'Öğle olmuş olmalı', aydınlığa alışınca gözleri, kendi
kendine yüksek sesle konuşmuştu. Sesinden rahatsız olup şakaklarını ovuşturdu bir kaç saniye.
Oldukça yavaş hareketlerle doğrulup oturdu yatağına. Şifonyerin üstündeki saat 13:32'yi gösteriyordu, saatin yanında duran bardağı aldı, içti suyu. 'şükür' bu defa içinden. Boş gözlerle etrafa bakındı, duvarların renkleri daha açık geldi gözüne sanki, kalktı. Bir çift çorap seçti dolabından, siyah olanlardan, salona yürüdü. Kumandayı göremedi ilkin, koltuğun köşesine gizlenmişti mendebur, oturdu, çoraplarını giyip televizyonu açtı.
Haber kanallarında bir ileri bir geri dolanıp seçti birini ve biraz daha yükseltti sesi. Gençten güzel bir spiker iç açıcı haberler sunmaktaydı. Kulaklarına inanamıyordu, kadın, 'Bu gün de her zaman ki gibi her şey yolunda, hepimiz özgür, tok, mutlu, huzurluyuz', diyordu. O sıra da eşyalarını fark etti, değişmişti bir çoğu, yada renkleri. 'yüz kere dedim sana anne' diye geçirdi içinden, 'dokunma benim evime!' Allah'tan duvardaki resim duruyordu, düğün resmi, 'Ahh!' güzel karısı, biricik karısı... Spiker kadının sesi yükseldi, 'Çiçekleri sulamanıza gerek yok, su gönderildi'.
Gözleri karardı bir an, öyle zannetti, hemen sonra fark etti ki; inanılmaz bir yağmur başlamıştı
Haber kanallarında bir ileri bir geri dolanıp seçti birini ve biraz daha yükseltti sesi. Gençten güzel bir spiker iç açıcı haberler sunmaktaydı. Kulaklarına inanamıyordu, kadın, 'Bu gün de her zaman ki gibi her şey yolunda, hepimiz özgür, tok, mutlu, huzurluyuz', diyordu. O sıra da eşyalarını fark etti, değişmişti bir çoğu, yada renkleri. 'yüz kere dedim sana anne' diye geçirdi içinden, 'dokunma benim evime!' Allah'tan duvardaki resim duruyordu, düğün resmi, 'Ahh!' güzel karısı, biricik karısı... Spiker kadının sesi yükseldi, 'Çiçekleri sulamanıza gerek yok, su gönderildi'.
Gözleri karardı bir an, öyle zannetti, hemen sonra fark etti ki; inanılmaz bir yağmur başlamıştı
dışarıda, beş dakika kadar sürüp dindi. Hava tekrar aydınlandığı an, delirmekte olduğunu düşünüp
zıpladı bu kez yerinden, telefona koştu. Ezbere bildiği numaraları bir çırpıda tuşladı, 'Hadi anne, anne hadi'. numara bir türlü düşmüyor, insanı deli eden o 'Dıııt' sesi duyulup, sonsuz bir sessizliğe bürünüyordu, ahize. 'Yemin ederim kafayı yiyorum galiba, yardım et Allah'ım'...
Kumandayı eline aldı tekrar, bilgi tuşuna basıp tarihe baktı, bu kez daha şiddetli geldi panik. Tam 6 ay olmuş kazadan beri, hiç hatırlamadığı koskocaman 6 ay. Ölmüş müydü? 'Allah'ım burası Cehennem olmalı'. Hemen kapıya doğru koştu, portmantodaki paltosunu üzerine geçirip bahçeye çıktı, çorapları ıslanınca fark etti ayakkabısızlığını. İşte; her şey aynıydı, bu bildiği dünya, bahçesi, komşu evler, yol, karşıdaki market, ağaçlar, arabası... 'Aman Allah'ım', arabası... Parçalanmıştı oysa o.
Ters giden bir şeyler olduğunun farkındaydı, tüm kanı çekildi sanki, tir tir titremeye başlamıştı. hafızasını yoklarken eve doğru yürüyordu, olmuyor pek bir şey hatırlayamıyordu. Son hatırladığı; yağmur çiseliyor, başkentten eve dönüyordu o gece, işi bağlamanın verdiği huzurla içi rahat, evine dönüyordu. Yağmur çiseliyordu, dikkat te ediyordu üstelik, kaygandı zemin... Ambulansın gelişini hatırladı, konuşmaları, 'Bu araçtan sağ çıkması mucize', 'Hadi yardım edin, çabuk', 'Çabuk', 'Araç paramparça', 'Yaşıyor mu'? 'Bu bir mucize', onlarca ses...Sonrasındaysa, şu an ki kadar soğuk bir hastane ve annesinin ılık sesi, 'İyi olacaksın, dayan, iyi olacaksın'.
'Hey' diye bir ses duyuldu arkadan, eve girmekten vaz geçti o an, başını çevirdi. 'Merhaba' dedi ses, 'Hoş geldin', 'şükür biri var' diye düşünürken kimseyi göremedi o yönde, gayri ihtiyari sese doğru yürüdü. 'Artık daha fazla şoke edemez hiç bir' şey diye geçirirken içinden, bahçe duvarının üzerinde duran iki kertenkele ile göz göze geldi; hayvanlar gülümsüyorlardı...
'Siz'?... 'Evet' dediler, 'Konuşabiliyoruz', hala gülümsüyorlardı. Hayvanlardan kuyruğu daha uzun olanı, berrak, su gibi, insanın içine sızan bir ses tonuyla; 'Korkma, hoş geldin, burayı inan çok seveceksin'. Panik tekrar gümbür gümbür atmaya başladı göğsünde, kalp yerine. İyice afallamıştı... 'Hoş mu geldim'?, 'Ben' dedi bilinçsizce 'Evlendiğimden beri burda yaşıyo',,, cümle yumruk oldu boğazında, 'karım öldüğü zaman' diye geçti aklından, 'hani karım öldüğü zaman taşınmıştım ben bu evden, ben, taşınmıştım o zaman, evet evet'...
Kertenkeleler bir ağızdan 'Sakın korkma, bak', yolun karşısını işaret ediyorlardı minik ön ayakları ile. Yavaşça çevirdi bakışlarını o yöne doğru, gözleri az evvelki yağmur gibiydi şimdi, gördüğüne inanamadı. Ani bir hamleyle döndü yüzünü; gökyüzüne, 'Sen nelere kadirsin' diyecekken dili tutuldu sanki. Milyonlarca gökkuşağı, milyonlarca yıldız, milyonlarca güneş vardı tepesinde, havai fişekler patlıyor ve milyonlarca kuş uçuyordu, bulutlar, maviler, morlar, renkler...
Gerisin geriye, yolun karşısına baktığı zaman, odaklanmıştı bu sefer gözleri ve asla, başını başka bir yöne çevirmek, aklının ucundan bile geçmedi. Kendini çok daha iyi hissediyordu şimdi, panik gidiyordu. Erguvan rengi üzerine, minik beyaz çiçekli elbisesi, kendi rüzgarında uçuşan bal rengi saçlarıyla, ellerini iki yanına açmış; ruhu, canı, karısı, gülümseyerek ona doğru geliyordu; koşar adım.
Burası neresi bilmiyordu henüz ama Cennet, ona doğru koşuyordu...
Kumandayı eline aldı tekrar, bilgi tuşuna basıp tarihe baktı, bu kez daha şiddetli geldi panik. Tam 6 ay olmuş kazadan beri, hiç hatırlamadığı koskocaman 6 ay. Ölmüş müydü? 'Allah'ım burası Cehennem olmalı'. Hemen kapıya doğru koştu, portmantodaki paltosunu üzerine geçirip bahçeye çıktı, çorapları ıslanınca fark etti ayakkabısızlığını. İşte; her şey aynıydı, bu bildiği dünya, bahçesi, komşu evler, yol, karşıdaki market, ağaçlar, arabası... 'Aman Allah'ım', arabası... Parçalanmıştı oysa o.
Ters giden bir şeyler olduğunun farkındaydı, tüm kanı çekildi sanki, tir tir titremeye başlamıştı. hafızasını yoklarken eve doğru yürüyordu, olmuyor pek bir şey hatırlayamıyordu. Son hatırladığı; yağmur çiseliyor, başkentten eve dönüyordu o gece, işi bağlamanın verdiği huzurla içi rahat, evine dönüyordu. Yağmur çiseliyordu, dikkat te ediyordu üstelik, kaygandı zemin... Ambulansın gelişini hatırladı, konuşmaları, 'Bu araçtan sağ çıkması mucize', 'Hadi yardım edin, çabuk', 'Çabuk', 'Araç paramparça', 'Yaşıyor mu'? 'Bu bir mucize', onlarca ses...Sonrasındaysa, şu an ki kadar soğuk bir hastane ve annesinin ılık sesi, 'İyi olacaksın, dayan, iyi olacaksın'.
'Hey' diye bir ses duyuldu arkadan, eve girmekten vaz geçti o an, başını çevirdi. 'Merhaba' dedi ses, 'Hoş geldin', 'şükür biri var' diye düşünürken kimseyi göremedi o yönde, gayri ihtiyari sese doğru yürüdü. 'Artık daha fazla şoke edemez hiç bir' şey diye geçirirken içinden, bahçe duvarının üzerinde duran iki kertenkele ile göz göze geldi; hayvanlar gülümsüyorlardı...
'Siz'?... 'Evet' dediler, 'Konuşabiliyoruz', hala gülümsüyorlardı. Hayvanlardan kuyruğu daha uzun olanı, berrak, su gibi, insanın içine sızan bir ses tonuyla; 'Korkma, hoş geldin, burayı inan çok seveceksin'. Panik tekrar gümbür gümbür atmaya başladı göğsünde, kalp yerine. İyice afallamıştı... 'Hoş mu geldim'?, 'Ben' dedi bilinçsizce 'Evlendiğimden beri burda yaşıyo',,, cümle yumruk oldu boğazında, 'karım öldüğü zaman' diye geçti aklından, 'hani karım öldüğü zaman taşınmıştım ben bu evden, ben, taşınmıştım o zaman, evet evet'...
Kertenkeleler bir ağızdan 'Sakın korkma, bak', yolun karşısını işaret ediyorlardı minik ön ayakları ile. Yavaşça çevirdi bakışlarını o yöne doğru, gözleri az evvelki yağmur gibiydi şimdi, gördüğüne inanamadı. Ani bir hamleyle döndü yüzünü; gökyüzüne, 'Sen nelere kadirsin' diyecekken dili tutuldu sanki. Milyonlarca gökkuşağı, milyonlarca yıldız, milyonlarca güneş vardı tepesinde, havai fişekler patlıyor ve milyonlarca kuş uçuyordu, bulutlar, maviler, morlar, renkler...
Gerisin geriye, yolun karşısına baktığı zaman, odaklanmıştı bu sefer gözleri ve asla, başını başka bir yöne çevirmek, aklının ucundan bile geçmedi. Kendini çok daha iyi hissediyordu şimdi, panik gidiyordu. Erguvan rengi üzerine, minik beyaz çiçekli elbisesi, kendi rüzgarında uçuşan bal rengi saçlarıyla, ellerini iki yanına açmış; ruhu, canı, karısı, gülümseyerek ona doğru geliyordu; koşar adım.
Burası neresi bilmiyordu henüz ama Cennet, ona doğru koşuyordu...
19 Ocak 2012 Perşembe
KAĞIT
Yazmayı mı yoksa yırtıp atmayı mı daha çok sevdiğimi hep tartışmışımdır içimde.Yırtıp atmak keyifli ama önce yazacaksın, boş bir kağıdı niye yırtasın...
Yaklaşık bir sene önceydi, mutsuzluk paçalarımdan akarken, yüzüme taktığım eğreti hissizlik maskesiyle anneme gelmiştim, (bu saatlerde) bir öğleden sonra. Dışarıda zemheri olsa da onun evi daima sıcaktır. Isınmıştı içim ve gözlerim de. Gözlerim ısınınca dondurduğum göz yaşları eriyor maalesef.
O görmedi, ağlıyordum. Oysa o baştan beri biliyor, beni bilmesi için görmesi gerekmiyordu. Karar vermek zorundaydım artık, hatırlattı bakışlarıyla, 'tamam' dedim içimden 'artık bu işi halledicem'. Gülümsemiş olabilir, bana öyle gelmiş de olabilir.
Umduğum özünü, ortaya çıkartmak istemiştim o sıralar sevdiğim adamın ve herkese 'aslında o çok iyi biri' diyebilmekti sanırım amacım, 'yanlış değildi kararım bakın, ben hata yapmadım, mutluyum'. Bazen ne yaparsanız yapın karşınızdakine yardım edemiyorsunuz, umduğunuz şeylerde öyle umduğunuz gibi olmuyor. Ruhsal darp görme yolunda daireler çiziyordum son iki yıldır, son sürat. Nihayet kabullenmiş, kararımı vermiştim; artık ruhum için düz bir yol açıp kendime, sindire sindire tadını çıkarmalıyım manzaranın, gezi gibi olmalı bundan sonrası, sahil yolu gibi olmalı yol, ki ben denizi çok severim.
Ablamın bir sözü vicdanıma ışık tuttu, -ben hiç boşanmış bir mutsuz görmedim, alışır. Annem -daima arkandayım, dedi. Bu iki cümleyi duymak iyi hissettirmişti. O gün, dışarıda ehem buhur olsa da buz gibi olan o eve geri dönmedim, zemheride bile sıcacık olan bu evde kaldım.
Yaklaşık bir sene olmuş, düşününce uzun gibi, değil aslında. Ne kadar ömür biçildiğini bedenimize, kefeni yırtamadığımız zaman anlayacağız. Sürekli mutlu olmak mümkün değil fakat bir senenin değil her anın içini doldurarak yaşamak lazım, kimsenin de huzurumuzu elimizden almasına izin vermemek, çünkü kaç sene olursa olsun şüphesiz çok kısa ömür.
Evet ben yazmayı seviyorum. Doğru cümlelerin yanı sıra bir ton yanlış da yazdım kağıdıma, herkes gibi. Hatta bir yanlışı silmek için yanlış silgi kullandığım anlar da var, olsun varsın. Hala nefes alıyorum, ruhuma huzur serpiyorum, kendime yol açıyorum, bir mumcuk ta olsa ışık tutuyorum önüme, yürüyorum...
Kağıt kolay yırtılmaz bazen, önce yazacaksın, çizeceksin, karalayacaksın, olmayacak; yırtıp atacaksın. Boş beyaz bir sayfa gibisi yoktur...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)